Close

Bisiklet Süren Koca Çocuklar

“Hayat bisiklete binmek gibidir. Dengede kalmak için hareket etmeye devam etmen gerekir.” ~ Albert Einstein

Hayatı bazıları bir kutu çikolataya, bazıları da bisiklet sürmeye benzetir.

Sinemanın kült filmlerinden “Forest Gump”ın bir sahnesinde Tom Hank şöyle der: “Hayat bir kutu çikolata gibidir. İçinden neyin çıkacağı asla belli olmaz.”

Bu yaklaşım kaderci bir duruşu betimliyor. Ancak bizler, hayatı bu biçimde yaşayamayız.

Hayat mücadele gerektirir. Çalışma, disiplin ve sevgi.

Yaşamak için çok şey gerekebilir belki ama emin olun her biri, bizi daha iyiye götüren anahtarın ta kendisidir. Tıpkı bisiklet sürmek gibi. Ünlü bisikletçi Greg LeMond’da kendi tarzı ile hayatı şu sözle özetliyor. “Asla daha kolay hale gelmez, sadece sen daha hızlı gidersin.”

Albert Einstein’ın yaklaşımı ise hepsinin üstünde: “Hayat bisiklet sürmek gibidir.”

Bisiklet, çoğumuzun çocukluk hayalidir. Kimi zaman bir karne hediyesi, kimi zaman da bir başka başarının ödülüdür. Tıpkı hayat gibi…

Hayat bizlere bahşedilen bir hediye ise hayatta kalabilmek de bir başarıdır. Ancak bu süreçte çoğu zaman tek başınasındır.

Anlamlar, tercihler, sorunlar ve çözümler; her daim kendi zihninde yahut bedenindedir. Tıpkı bir bisiklet ve sürücüsü gibi. O da tek kişiliktir ve yönlendiricisi de o, tek kişidir.

Fotoğraf: Tour of Flanders (Flaman Harikası) / Ronde van Vlaanderen / Koppenberg / 1985

Bisiklet, insan sınırlarını zorlayan inanılmaz bir makinadır. Bisiklet hele ki profesyonel olarak yapılan bir spor ise; çekilen acılar ve yapılan fedakarlıklar da bir o kadar fazla olur.

Acı ve tekrar acı…

Çoğu zaman sadece bundan ibaret kalır. Ancak en sonunda o acılardan bir mutluluk da doğabilir.

Çektiğin bütün zorluklara ve acılara rağmen bir çözüm, bir çıkış yolu bulunmuş ve kendi sınırlarını aşmışsındır. Bir başkası ile yapılan mücadele ya da yarış değil bu. Kendinle, kendi limitlerin ve kendi sınırların ile.

Hayatımızın ilk evresinde tanıştığımız bisikletin çok ötesinde bir kavram, “Profesyonel Bisikletçi”lik.

Ama her daim o çocuksu yanla yapılır. Çünkü sürekli bir inatlaşma içerisindesindir. Her zaman daha fazlasını yapabilmek için didinir durursun. Düşersin, kalkarsın ama asla vazgeçmezsin. Aksine tekrar tekrar denemenin bir kamçısıdır, düşüp kalkmak.

Birçoğumuz profesyonel bisikletçişikle “Fransa Bisiklet Turu” (Tour de France) ile tanıştık. Ardından “Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu” diye bir şey işitti kulaklarımız. Amaç hep aynı “İnsanoğlunun kendi ile imtahanı”

İlk bisiklet turu 1868’de koşulmaya başlandı. Günümüze kadar uzanan süreçte pek çok yarış koşuldu, bunların bazıları geleneksel hale geldi.

Liege turu 1892’de, Paris-Roubaix 1896’da, Fransa Turu 1903’te, İtalya Turu (Giro) 1909’da, Flanders Turu 1913’te başladı ve her geçen sene daha fazla katılımla devam etmekteler.

İçlerinden en prestijlisi elbetteki Fransa Bisiklet Turu’dur. Bu sene 1-23 Temmuz tarihlerinde koşulacak yarış, dünyanın en fazla takip edilen spor organizasyonlarından biri. Peki Fransa Bisiklet Turu yalnızca bir spor organizasyonu olarak mı planlandı?

Jean-François Mignot, “Fransa Turu Tarihi (Histoire du Tour de France)” adlı kitabında bu prestijli spor organizasyonunu şu sözle tanımlıyor: “Tur daha başından itibaren siyasi ve iktisadi bir ‘girişim’dir. 1903’te başlayan Fransa Turu, aşırı sağcı gazeteci ve politikacı Maurice Barrès ve çok geniş ölçüde Dreyfus karşıtı sanayicilerin işidir. Bu niteliğiyle Fransa’nın politik tarihi üzerine bilgi vermesi son derece olasıdır. Bir başka deyişle Tur, üç unsurun kesiştiği bir noktada duruyor. Bunlar siyaset, iktisat ve popüler kültürdür.”

Mignot, Tur’un ortaya çıkış hikayesini de şu şekilde anlatıyor:

“1898’de ülkenin en çok satan spor gazetesi Le Vélo’dur ve Dreyfus vakasında “sol” bir tavır almıştır. Bu durum dönemin Dreyfus karşıtı “otomobil” sanayicilerini kızdırır. Yüksek ilan fiyatlarını da bahane ederek kendi gazeteleri L’Auto- Vélo’yi çıkarmaya karar verirler. Hukuki zorunluluklar nedeniyle gazetenin isminden “Vélo” sözcüğü çıkarılarak L’Auto olarak kalır. Gazete, dönemin gözde bisiklet organizasyonlarıyla ilgilenen büyük okur kitlesini kendisine çekebilmek için Fransa’yı turlayacak, bu yarış düzenlemeye karar verir. Plan o kadar başarılı olur ki, gazete, en çok satan spor gazetesi olma unvanını İkinci Dünya Savaşı’na kadar kimseye kaptırmaz.

Fotoğraf: Tour de France 1928 / Photo by: Henri Cartier-Bresson

Düzenleyiciler, yalnızca gazete tirajları ile ilgili değillerdir. Yine dönemin popüler kültür unsurlarını kullanarak tüketim toplumunun “ihtiyaçları”nı karşılamayı da görev, daha doğrusu “iş” bilirler. Tur’un hemen her aşaması bir reklam panosu olarak kullanılır. Hatta 1930’lu yıllardan itibaren bir Tur Karavanı olgusu yaratılır. Yol kenarlarında yarışı izlemeye gelen seyirciler için bir panayır havası yaratılır; tüketim teşvik edilir. Yol kenarındaki izleyiciler deyip geçmemek lazım; 1960’larda Tur’a kendi gözleriyle canlı tanıklık yapmak isteyen insanların sayısının o dönemdeki Fransa nüfusunun %40’ını bulduğu söylenmektedir.

Şunu hatırdan çıkarmayalım ki, Tur’un 1930’lara kadar gelen ilk döneminde kitle iletişim aracı olarak yalnızca gazete kullanılabilmektedir. Tur’un etaplarının saatleri de, gazetelerin basılış ve piyasaya çıkış saatlerine göre düzenlenmiştir. 1930’larla birlikte, radyonun devreye girmesi ile birlikte, etap saatleri yeniden düzenlenir. Nihayet 1970’lerle birlikte, hele canlı yayınların da başlaması ile Tur başlı başına bir ekonomi haline gelir. Çok basit bir örnek, sporcuların mayolarının renkleri bile artık, televizyonda verdikleri fotoğrafa göre belirlenmektedir.”

Fransa Bisiklet Turu’nun öyküsü bu. Ama öykü sadece bundan ibaret değil. İçinde birçok insan hikâyesi de barındırıyor. Başta da belirttik ya: “Hayat, bisiklete binmek gibidir”…

İşte onlardan bazıları;

1904’te lastiği patlayan Henri Cornet son etapta 35 kilometreyi patlak lastikle gider. 1909’da Henri Alavoine, sonuncu etabın son 10 kilometresini bisikleti sırtında, yaya olarak tamamlar. 1913’te Eugene Christophe, Tourmalet Boğazı’nda bir araç tarafından devrilen bisikletinin dirgen maşası kırılınca 14 km. yaya yürür ve bisikletini Sainte-Marie-de-Campan’daki bir demircide, yardım almadan dört saatte onarır (Bisikletçilerin onarım için dış yardım alması yasaktır). 1928’de yine bisikleti kırılan Nicolas Frantz, Metz-Charville etabının son 100 kilometresini bir kadın bisikletinde tamamlayarak genel klasmandaki birinciliğini korumayı başarır.

Bütün bu hikayeler ve daha fazlaları için bisikletçilere özel birkaç lakap takılmıştır. “Yolun Kürek Mahkumları”, “Bisikletin Proleterleri” gibi. Bisikletçiler içlerindeki o küçük çocuk inatçılıklarını, amatör ruhları ile mitolojik bir kahramana, bir Titan’a dönüşmüşlerdir.

Fotoğraf: Tour de France 1939 / Photo by: Robert Capa

Hikayeler bazen bir bisikletçinin dışına çıkıp bir fotoğrafçıyı da konunun içine dahil edebilir.

“2. Dünya Savaşı’na günler kala Fransa Turu. Bu sefer bisikletçiler, aynı 20 kişinin önlerinden geçmiş. Bu grup içerisinde şampiyon bisikletçi Pierrot Cloarec de var. Quimper’de babası Pierre Cloarec’in bisiklet dükkanının önünde; saatlerce bekledikten sonra, saniyeler süren geçişin ardından bakıyorlar. Ama pişman değiller. Tam tersine. Monsieur Cloarec dükkanın sahibi olmasının yanı sıra, bu fotodan bir önceki günkü Rennes-Brest etabını da kazanan bisikletçisi. Bu etapta da kendi dükkanının önünden geçiyor. 13 Temmuz 1939’da, savaştan hemen önce bu kareyi yakalayan Capa’nın, bu dükkan önünde çektiği tüm fotoğraflar Tour de France’ın neşesini, güzelliğini, katışıksız insanlığını ve karakterini anlamak için bakılması gereken en önemli kaynaklar. Capa ününü İspanya İç Savaşı’ndan başlayarak çektiği savaş zamanı fotoğraflarıyla elde etmiştir. Bilhassa da bu bisiklet dükkanına çok yakın gerçekleşen Normandiya Çıkarması sırasında çektikleriyle. Ama sanırım en sevdikleri Tour de France’daki bu çocuklardır. Henüz savaşın acılarını yaşamamış çocuklar.” – Caner Eler

Yazan: Türker ÖZDİL

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Leave a comment
scroll to top