Türkiye’nin 1980 sonrası yaşadığı dönüşüm sürecinden yapmış olduğu iktidar tercihleri nedeniyle de olumsuz olarak etkilenen İzmir kenti ve insanı için, özellikle son yıllar bir hayli sıkıntılı /sancılı geçmektedir. Kentin AKP iktidarı sonrasında düzenlenen Cumhuriyet mitinglerine verdiği açık destek ve ülke kamuoyunda sürekli olarak vurgulanan Demokrat/Hoşgörülü Kent İzmir imajına karşılık bizzat başbakan tarafından dile getirilen Gavur İzmir nitelemesi, kentin yaşadığı kimlik kargaşasının giderek daha fazla su yüzüne çıkmasına neden olmuştur. Son olarak DTP konvoyuna yönelik olarak yapılan saldırı sonrasında ise Demokrat İzmir’den Faşist İzmir kimliğine büründürülmüş ve medyada İzmir’de neler oluyor? Sorularının yanıtları aranmaya başlanmıştır.
Osmanlı’nın ihracat limanı olarak önde gelen kenti İzmir’in, nüfus dinamikleri nedeniyle Gavur olarak nitelendirilmesinden çok sonra bu kez kendi farklılığına vurgu yapmak amacıyla Gavur İzmir nitelemesini sahiplenmesi arasında geçen zaman dilimi kentin yaşadığı gelişmelerle doğrudan bağlantılıdır. 1850’li yıllardan Cumhuriyetin kuruluşuna kadar geçen yaklaşık yetmiş beş yıllık zaman dilimi içinde kentin, adım adım doğunun Paris’i olarak nitelendirilecek bir yapıya/zenginliğe bürünmesi söz konusu olmuştur. Kentin yaratmış olduğu zenginliğin daha kolay bir biçimde aktarılabilmesi için Osmanlı imparatorluğu içerisinde ilk kez demiryolu ve modern anlamda liman inşaatı İzmir’de yapılmıştır. Bu süre içerisinde kentin nüfus dağılımında denge gayri Müslim nüfus lehine bozulmuş ve kentin Avrupa’dan ve Amerika’dan gelen yeni sakinleri de kent kimliğinin dönüşümüne katkıda bulunmuşlardır. İstanbul, imparatorluğun merkezidir buna karşılık İzmir kenti özellikle yurt dışı bağlantıları nedeniyle daha fazla Batılı ve sosyal bir kenttir. İzmir’in ayrıcalıklı olmasının en önemli sebebi yaratılan zenginlik ve bu zenginlikle beraber yeni bilgi ve birikimlere daha çabuk ulaşabilme potansiyelidir. İnsan kaynağının farklılaşması ve zenginleşmesinin ardından İzmir kenti, Selanik kentinden sonra ilk kez futbol oynanan Osmanlı kenti olmuştur. Sadece Futbol değil, at yarışları, tenis, golf, atletizm ve bisiklet gibi spor dalları da ilk kez İzmir’de yapılmaya başlanmış ve bu spor dalları kısa bir süre sonra İstanbul’a transfer olmuşlardır.
Cumhuriyetin kuruluşu sonrasında da İzmir ihracat limanı olarak ülke ekonomisi açısından önemli bir kent olma özelliğini 1980’lere kadar azalarak da olsa sürdürmüştür. Bu dönem içerisinde önce nüfus mübadelesi ile ardından varlık vergisi ve 6-7 Eylül 1955 olayları sonrasında kent içerisindeki gayri Müslim azınlık nüfusu gittikçe azalmıştır. Kentin insan sermayesi açısından yaşadığı kayıplar sadece bunlardan ibaret değildir, ayrıca özellikle 1960’ların sonundan itibaren kentin yetiştirdiği nitelikli işgücünün önemli bir kısmı da İstanbul ve Ankara’da çalışmak üzere kentten ayrılmışlardır. Futbol açısından bu dönem İzmir’in ülke futboluna yön verme katkılarının sona ereceği dönem olacaktır. Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte ülke futbolu içerisinde İstanbul’un ardından etkili olan İzmir kentinin takımları, 1959 yılında kurulan Türkiye birinci liginde Altay, Göztepe, İzmirspor ve Karşıyaka takımları ile yer almıştır. Ertesi yıl bu takımların yanına Altınordu takımı da katılmıştır, ancak bu beş takımlı mücadele 1963-64 sezonunda Karşıyaka’nın küme düşmesi ile başlayan çizgide birkaç yıl içinde iki takıma(Altay ve Göztepe) kadar inecektir. Yurt dışından gelen bilgiyi kullanma potansiyelinin varlığı İzmir takımlarından Göztepe’nin başına gelen Adnan Süvari aracılığıyla, o güne kadar ülke futbolunda bilinmeyen bir modelin uygulanması şeklinde kendisini gösterecektir. Göztepe kulübü ülkemizi uluslar arası turnuvalarda başarıyla temsil eden ilk Türk futbol takımı unvanını yine bu dönemde kazanacaktır.
1980 sonrası yaşanan son otuz yıllık dönemde İzmir kentinin ülke ekonomisi içerisindeki etkinliği her geçen yıl biraz daha azalmaya başlamıştır. İstanbul’dan sonra ülkenin ikinci büyük ekonomisine sahip olan kent; yanlış yatırım politikalarından-kötü yönetimlere-merkezi hükümetlerle olan çekişmesine kadar pek çok alandaki etkenler nedeniyle kan kaybetmiştir(kaybetmeye devam etmektedir). Küreselleşmenin yarattığı yeni dinamikler sonrasında bilgiye ulaşma ayrıcalığı giderek azalmış ve ülke içerisinde atılım gerçekleştirmek suretiyle dönemin gereklerini yerine getiren kentler arayı hızla kapatmışlardır. Gaziantep-Bursa-Kayseri-Denizli-Antalya gibi pek çok kentin son on beş-yirmi yıl içerisinde yaşadığı büyük dönüşüm sonrasında küresel sermaye ile entegrasyonu başarabilen pek çok firmayı ortaya çıkartmaları, bu kentlerin her alanda atılım yapmalarına olanak sağlamıştır. Futbol da bu alanlardan bir tanesi olarak temsil açısından önemli bir göstergedir. 2000 yılı sonrasında İzmir kenti süper lig içerisinde sadece bir kez 2002-2003 sezonunda Altay ve Göztepe kulüpleri ile temsil edilmiş ve lig sonunda küme düşen iki ekipten sonra bugüne kadar başka bir İzmir takımı süper lige yükselmeyi başaramamıştır. Aynı dönemde yukarıda sözü edilen kentlerin takımları süper ligde mücadele etmişlerdir, hatta 2009-2010 sezonunun ilk yarısının sonunda Bursaspor ve Kayserispor takımları üçüncü ve dördüncü sıralarda bulunmaktadırlar, geçtiğimiz yıllarda Gaziantepspor ve ardından Sivasspor’un lig şampiyonluğunu kovalamasının arkasında, bu kentlerin yarattığı katma değerin etkileri bulunmaktadır. Bu süre içerisinde İzmir kentinin ekonomik alanda yaşadığı geri bırakılma, sanayiden-medyaya hatta konumuz olan futbola kadar doğrudan yansımıştır/yansımaya devam etmektedir.
1980 sonrasında küçülmeye başlayan kent ekonomisinin kentin yetiştirdiği nitelikli işgücünü/insan sermayesini elinde tutabilme becerisini daha da zayıflatmış ve 1960’ların ortalarında başlayan kopuş süreci, bu yıllar içerisinde hızlanmıştır. Bu dönemde değişen toplumsal değerler içerisinde rahat yaşayabilmenin- daha fazla tüketebilmenin ön koşulu haline dönüşen iyi para kazanacak bir işe sahip olmanın ilk adresi İstanbul ardından da Ankara ya da yurt dışı olarak benimsenmiştir. Kent olarak İzmir’in önce ekonomik açıdan ardından da sosyal ve kültürel alanlarda(sanat-müzik-spor) yaşadığı gerileme süreci kentin medyasından, futboluna, sanayicisinden, üniversitesine kadar her alanda etkisini göstermiştir. Ülkemizin önde gelen pek çok sektöründe İzmir kökenli isimlerin bulunuyor olması, kentin ülke içindeki temsili açısından olumlu olmakla birlikte, İzmir’in geleceğinin şekillenmesi açısından olumsuz bir yapıya işaret etmektedir. Hatta İzmir kentine vali/emniyet müdürü olarak görevlendirilen isimlerin, kent içinde geçirdikleri sürenin ardından İstanbul’a, Ankara’ya vali/emniyet müdürü/emniyet genel müdürü olarak atanmaları bile İzmir’in adeta bir sıçrama tahtası rolünü görmeye başladığının başka bir açıdan tezahürüdür.
Çalışmamızın ilk bölümünde İzmir kentinin Osmanlı imparatorluğu içerisinde 1850’li yıllardan itibaren başlayan değişim süreci içerisinde futbolla kurmuş olduğu bağın nasıl bir serüven izlediği incelenecektir. İkinci bölümde kentin, Cumhuriyetin kuruluşundan 1980 yılına kadar geçirdiği dönüşümlerin futbola olan yansımalarının neler olduğu üzerinde durulacak ve son olarak 1980 sonrasından günümüze yaşananların İzmir kenti ve futboluna yönelik etkilerinin neler olduğu ortaya konmaya çalışılacaktır.
- GAVUR İZMİR’İN FUTBOLLA İMTİHANI
Osmanlı imparatorluğunun üç büyük liman kentinden biri olan İzmir kentinin, 1850’lerden sonra yaşadığı dönüşümle birlikte batı sermayesi ile bütünleşme süreci hızlanmış ve yeni ticaret örgütlerini besleyen kurumlar birbiri ardına kent bünyesinde faaliyet göstermeye başlamışlardır. Bir kent olarak İzmir’in 19.yüzyılda imparatorluk bünyesi içerisinde konumunu inceleyen eserlerde, kentin yarattığı zenginlik ve bu zenginliğin aktarımı sürecinde kentin batı sermayesi ve nüfusu açısından yarattığı cazibe ortak payda olarak işlenmektedir.[1]
Georgelin’e göre kozmopolit Smyrna bir Yunan şehri değildi, fakat Osmanlı’nın İzmir’i de bir Türk şehri değildi. 19. yüzyılın sonunda imparatorluğun en güvenli şehirlerinden biri olan İzmir; farklılıkları korumaya kararlı toplulukları barındırması nedeniyle de farklı bir kent portresi çizmekteydi. Gavur İzmir sadece nüfus açısından değil mülkiyet durumundan da okunabilen bir gerçeklikti. “İzmir’de yaşayan Osmanlı tebaasından 245 bin kişinin 90 bini Müslüman, 110 bini Rum reaya, 30 bini Yahudi reaya, 15 bini de Ermeni reayaydı. Bunun yanı sıra 30 bin Yunan, 10 bin İtalyan, 2 bin Fransız, bin iki yüz İngiliz ve bin de başka memleketlerin uyruğu olmak üzere İzmir’e yerleşmiş 55 bin yabancı mevcuttu. 300 binin içinde 140 bini bulan Rum Ortodoks nüfus en azından nispeten çoğunluğu oluştururken Türk nüfus azınlıktaydı. Net rakamlara bakıldığında İzmir hiç tartışmasız Küçük Asya’nın gavur şehriydi…Rıhtımların yapılmasıyla Akdeniz dünyasına homojenleştirici yeni bir unsur katılmış oluyordu. İzmir teknik, hatta mimari açıdan şebekeye dahil olmuştu”.[2]
Kentin ekonomik anlamda yaşadığı zenginleşme kısa bir süre içerisinde nüfus dinamiklerine de yansıyacak ve kent yurt dışından gelen yeni misafirlerine de kucak açacaktır. Gelmiş oldukları ülkelerindeki ortamı kentsel yaşamın dinamik yapısı içerisinde bulabilen bu yeni nüfus kitlesi için İzmir, giderek vazgeçilmez bir kent haline bürünecektir. İzmir’in bu kendine has özelliklerini 19. yüzyıl başlarında İzmir ve İzmirlileri, özellikle de Levanten sosyetesini Rauf Beyru, şu şekilde aktaracaktır; “İzmir, ister öğrenmek, ister eğlenmek amacıyla olsun, seyahat eden bir yabancı için kalınabilecek en iyi yerdir. Kentin içinde ve sayfiye alanlarında her türlü eğlenceyi bulabileceğiniz hoş bir toplulukla karşılaşırsınız”.[3] Zeroulı ise 19.yüzyıl sonunda İzmir’de kurulan kulüplerin, sosyete balo ve konserlerinden tenis ya da krikete dek uzanan Avrupa’dan ithal edilmiş kültürel pratikler bütününü özetlediğini söylemektedir. “ 20. yüzyılın başında sayıları yirmi bini bulacak olan Levantenler için Smyrna, doğunun tek sosyal şehridir. Bir Avrupalının kendi vatanından ve ülkesini hatırlatan adet ve alışkanlıklardan bir yansı bulabileceği tek yerdir”.[4]
Modern anlamda sporun ortaya çıkışı sanayi devrimi sonrasına rastlamaktadır. Bu açıdan modern spor dallarının büyük çoğunluğunun 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sanayi devrimini ilk gerçekleştiren ülke olan İngiltere’de başlaması ve buradan tüm dünyaya ihraç edilmesi de tesadüf değildir. Boş zaman kavramının oluşmasının ardından gündelik hayat içerisinde spor yapma pratikleri oluşmaya başlayacak ve bu pratikler de yine ilk kez sanayi devriminin ardından kentlerde yaşayan insanlar tarafından yapılacaklardır.
Modern futbolun doğum tarihi İngiliz futbol birliğinin (11 kulüp temsilcisinin katılımı ile) kurulduğu 26 Ekim 1863’tür. Futbolun geniş kitlelere yayılmasında işçilere daha fazla boş zaman imkanı tanıyan fabrika yasalarının büyük etkisi olmuştur. İşçilerin çalışma saatleri azalırken, Cumartesi öğleden sonraları tatil olması ve şehirlerarası ulaşım olanaklarının gelişmesi futbolu yaygınlaştırır. 1888 yılında 12 kulübün katılımı ile ‘İngiliz Profesyonel Ligi’ kurulur ve kısa süre sonra futbol önce Avrupa’da sonra Latin Amerika ve Asya’da oynanmaya başlanır. Futbolun tüm dünyada hızlı bir yayılış göstermesinde sanayileşme süreci ile yaşadığı eş zamanlılığın büyük etkisi bulunmaktadır. “Sanayileşme sayesinde futbol, başka ülkelere ihraç edilebilen bir halk sporuna dönüşmüştür”.[5] Futbol, İngiltere’den mühendisler, askerler, öğrenciler, misyonerler, tacirler, levantenler eliyle kısa zamanda dünyanın dört bir yanına yayılmıştır. Bugün dünyanın futbol konusundaki en ateşli ülkelerinden birisi olan Brezilya ise, öğrenimini İngiltere’de tamamlayan Charles Miller’ın 1894 yılında ülkesine dönüşünde getirdiği futbol topu ile tanışacaktır. Futbol, Almanya’ya İngiliz iş adamları, üniversite ve lise öğrencileri ile taşınırken, Osmanlı İmparatorluğuna İzmir’de yaşayan İngiliz aileler vasıtası ile gelecektir.
Osmanlı imparatorluğu içerisinde Selanik-İzmir ve İstanbul liman kentleri olmalarının ayrıcalığını, tüm dünyayı etkisinde bırakan/halen bırakmaya devam eden futbolla erken bir dönemde tanışarak yaşayacaklardır. İmparatorluk bünyesi içinde önce Selanik ardından da İzmir, Levanten aileler vasıtasıyla futbolla tanışacak ve futbol kısa süre içerisinde kent yaşamında önemli bir spor dalı haline dönüşecektir. Futbolun, imparatorluk bünyesi içinde Selanik kentinden sonra ikinci kez oynanmasında İzmir kentinin önde gelen İngiliz ailelerinin katkısı olmuştur, futbol yine bu aileler aracılığıyla İstanbul’la tanıştırılacaktır.[6] 19.yüzyılın son çeyreğinde batılı yaşam tarzı içerisinde yer almaya başlayan spor ve spor yapma pratikleri İzmir’de de görülmeye başlamıştır. La Fontaine, Whitall, Giraud, Charnaud aileleri futbolun yanı sıra tenis, golf, bisiklet, at yarışı gibi spor dallarında da öncülük etmişlerdir.
İzmir’de futbol oynayan aile mensuplarının bir araya gelmeleri ile 1894 yılında ‘Football Club Smyrna’(İzmir Futbol Kulübü) kurulmuştur, bu kulüp Türkiye’de resmi futbol nizamnamesi ve tüzüğü ile oluşmuş olan ilk futbol takımı olma özelliğine de sahiptir. 1890’lı yıllardan itibaren İstanbul’da da futbolun oynanmaya başlanmasıyla birlikte ilki 1897 yılında olmak üzere şehirlerarası futbol müsabakaları gerçekleştirilmiştir. İzmir ve İstanbul karma takımları arasında oynanan bu ilk karşılaşmayı 2-1 İzmir karması kazanmıştır. 1897 yılından 1904 yılına kadar aralıklarla gerçekleşen ve tamamını İzmir karmasının kazandığı karşılaşmalar, Türk futbol tarihi açısından bir dönüm noktasıdır. İzmir karması; modern olimpiyat oyunlarının 10.yıldönümü dolayısıyla 1906 yılında Yunanistan’da düzenlenen ‘Ara Olimpiyat’ oyunlarında gümüş madalya kazanmıştır. “İzmir karması şu oyunculardan oluşmuştur; Edwin Charnaud, Zare Kuyumcuyan, Edwin Giraud, Jack Giraud, Hanri Joly, Percy Lafontaine, Donald Whittal, Albert Whittal, Godfrey Whittal, Herbert Whittal, Edward Whittal”.[7]
Futbolun, İzmir’de yaygınlaşmasının ardından kent içinde büyük bir nüfus oranına sahip olan Rumlar da, İngilizlerden sonra bu spor dalına ilgi duymaya başlamışlar ve Apollon, Panionion ve Pelops kulüpleri aracılığıyla kendi takımlarını ve sahalarını oluşturdular. Örneğin bugün hala kullandığımız Alsancak Stadyumu, ilk kez Panionion kulübü tarafından kullanılmış ve yine aynı kulüp tarafından düzenlenen Panionion şenliklerine ev sahipliği yapmıştır. Apollon kulübünün sahası, Atatürk lisesi civarında, Garibaldi takımının sahası Atatürk Spor Salonunun bulunduğu yerde, Pelops kulübünün sahası Hatay Talebe çayırında ve Karavokiri sahası ise Karşıyaka’da idi. Bunların dışında futbol oynanan diğer alanlar ise şunlardı; Osmanpaşa çayırı (Karşıyaka), Omiros’un Tarlası(Karşıyaka İstasyon civarı), Bornova sahası, Amerikan Koleji sahası(Şirinyer), Yapıcıoğlu meydanı(Dolaplıkuyu), Kocabahçe(Namazgah). “İzmir’de yapılan karşılaşmaların çoğu, bugünkü Şirinyer Hipodromunun bulunduğu alan ile Alsancak Stadının yer aldığı punta çayırı Bornova spor sahasında yapılıyordu. Bu futbol sahalarındaki maçlara Bornova ve Buca’daki İngiliz takımlarının yanı sıra Panionios, Apollon, Pelops gibi Rum ve Vartanyan gibi Ermeni kulüpleri ile Scotch, Packers, Amerikan koleji, Evangelidis okul takımları da katılıyorlardı. İzmir Türkleri 20. yüzyıl başlarında bu müsabakalarda yalnızca seyirci olarak yer alıyorlardı…1905 yılına kadar İzmir’de hiçbir Türk futbol oynamamıştı. Bu tarihte Amerikan kolejinde öğrenim gören Talat Erboy, Şerif Remzi Reyent, Sabri Süleymanoviç ve Nejat Evliyazade okul takımlarıyla sahaya çıkan ilk Türk futbolcular oldular”.[8]
İzmir’de kurulan ilk Türk kulübü Karşıyaka Terbiye-i Bedeniye adıyla 1 Kasım 1912 tarihinde kuruldu. Kulübün kuruluş amacı tıpkı İstanbul’daki Türk kulüplerine benziyordu ve seçilen renk tercihi bunun açık bir göstergesiydi: Yeşil Müslümanlığı, kırmızı da Türklüğü temsil ettiği için seçilmişti. Kulübün resmi kurucuları şu isimlerden oluşmuştu: “Raşit Kadızade, Süreyya İplikçi, Hasan Fehmi, Cemal Ahmet Umar, Fikri Altay, Halit Onaran, Tahir Bor, Hüsnü Tonak, Zühtü Işıl, Cemil Erkli, Süleyman Danyal, Sadrettin İşçimenler”.[9] Karşıyaka kulübünün kent içindeki Rum ve Ermeni takımlarına karşı yürüttüğü mücadelenin ardından iki yıl sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti umumi katibi Celal Bayar ve İzmir Valisi Rahmi Bey’in desteğiyle 16 Ocak 1914 tarihinde siyah-beyaz renkleriyle Altay kulübü kurulmuştur. Altay kulübünün kuruluşunda yer alan isimler şunlardır: “Mustafa Necati, Vasıf Çınar , Şükrü Saracoğlu, Baha Esat Tekand, Talat Erboy, Esat Çınar, Nejat Evliyazade, Hüsnü Uğural, Muharrir Rauf Nezih, Şimendiferci Rıfat İyison, Kemal Tahsin Soydam, Enver Esat Tekand, Tayyareci Mazlum, Kemal Çakırel, Nuri Sıtkı Erboy, Dr.Fikret Tahsin Soydam, Mazlum Öksüz, Tüccar Süreyya Bey, Çiftçi Necati Bey, Fethi Özalp Bey, Sıhhiyeci Kenan İstanbullu, Halil Zeki Osma”.[10] Türk futbol kulüplerinin oluşmasındaki amaçlar içinde futbol oynamak kadar, İngiliz-Rum-Ermeni-İtalyan ve diğer azınlık gruplarla mücadele etmek ve onları alt etme anlayışının da etkili olduğu Galatasaray-Karşıyaka ya da Altay kulüplerinin kurulmasından da anlaşılabilir. Ünlü Altaylı futbolcu Şerif Eraltay’ın şu sözleri o dönemde yaşananları net bir biçimde ortaya koymaktadır. “Benim için Altaylılık, İzmir sevgisi ve vatan sevgisi demektir. Biz Altay’ı, ‘Gavur İzmir’de Rumlara ve yabancılara karşı pençe pençe dövüşerek kurduk ve yaşattık”.[11]
İzmir’de ilk lig maçları 1915 yılında Altay, Karşıyaka, Midilli ve Trablusgarp takımlarının katılımıyla başladı ve Altay’ın birinciliğiyle sona erdi. Altay ve Karşıyaka kulüpleri Birinci Dünya savaşından Kurtuluş Savaşı sonuna kadar yapmış oldukları karşılaşmalarda elde ettikleri başarılı sonuçlarla dikkat çekmişlerdir. 15 Mayıs 1919 ‘daki Yunan işgali sonrasında Karşıyaka kulübünün kurucularından Süreyya İplikçi Yunanistan’a sürgüne gönderilmiştir. Altay kulübü, işgal yıllarında faaliyetini yeşil-beyaz çubuklu formasıyla ‘İdmanyurdu’ olarak sürdürmüş ve bu takımda daha sonra Türk siyasetinin önde gelen isimlerinden birisi olacak olan Adnan Menderes de yer almıştır.
Bir liman kenti olarak İzmir’in yaratmış olduğu zenginliğin sonucunda 1922 yılına gelindiğinde İzmir adeta bir Levanten kolonisi görünümündedir. Şehirde çok sayıda ticari işletme, eğitim-sağlık kurumları, diplomatik temsilcilikler bulunmaktadır. Sermaye sahipleri açısından Türk ya da Yunan yönetimlerinin varlığından çok kentin kozmopolit yapısının sürdürülmesi önem taşımaktadır. Bu ruh hali 9 Eylül 1922’de Türk askerlerinin İzmir’i geri almasından 13 Eylül tarihinde başlayacak olan büyük yangına kadar sürecektir. Beş gün süren yangınla birlikte Levantenlerin kozmopolit İzmir rüyaları sona erecektir. “Sonuç olarak İzmir’in kalbi, şehrin en güzel, en zengin yeri ortadan kalktı; Frenk, Rum ve Ermeni mahalleleri, ticarethaneler, bankalar, rıhtımlar, hatta Avrupalıların konsoloslukları hepsi kül oldu. Zarar milyonlarca Türk lirasıyla ifade ediliyor… 13 Eylül’de başlayan yangın kısa süre içerisinde hızla ilerledi. 14 Eylül sabahı yangının bilançosunda yanan binaların sayısı 50 bini bulmuştu bile, yangın 17 Eylül Pazar gününe kadar sürdü; o ana dek İzmir’in dörtte üçü yanmış bulunuyordu. Şehrin ticari alt yapısı mahvolmuştu. Yangın bittiğinde rıhtımda evsiz kalmış yaklaşık 200 bin Hıristiyan bekliyordu…İzmir yangını Levantenlerin İzmir’deki kaderini tayin etti. Levantenlerin küçük dünyasının ve Levantenlere özgü liman ticaretinin şehirden silinmesinin sorumlusu bu olaydır. Frenk İzmir’in hemen hemen tamamı alevlere kurban gitti”.[12]
- CUMHURİYETİN İZMİR’İ VE FUTBOLU
Kurtuluşundan hemen sonra yaşadığı yangın İzmir kentinin gerek maddi gerekse de manevi zenginliğinin önemli bir bölümünün yok olmasına yol açmıştır. Kentin büyük bir bölümü beş gün süren yangının ardından yok olmuş ve ticari alt yapısı yerle bir olmuştur. Gidenler ve hayatını kaybedenlerin dışında kalan azınlık nüfusunun birkaç yıl içerisinde varılan antlaşmalar sonrasında İstanbul’daki Rumlar ile Batı Trakya’daki Türkler muaf tutulmak üzere 1.200.000 Rum’un Yunanistan’a, 400.000 Türk’ün (bunlardan büyük bölümü de İzmir’e yerleştirilmiştir) de zorunlu olarak Türkiye’ye getirilmeleri sonrasında İzmir kenti için yeni bir dönem başlamıştır. Ülke içindeki ticarette ağırlığı olan Rum nüfus, Yunanistan’a gitmiş, bunun karşısında %90’ı tarımsal kökenli Türk göçmenler kente yerleşmişlerdir. Bütün bu nüfus hareketliliğine rağmen 1927 yılındaki nüfus sayımında gayrimüslimlerin oranı yaklaşık %14’ü civarındadır ve bu rakam İstanbul kenti ile birlikte ülkedeki en yüksek gayri Müslim nüfus oranıdır.
Cumhuriyetin başlangıç yıllarında kentin ekonomik faaliyetleri, mübadele ile Selanik’ten gelen ve daha önce de ticaretle uğraşan muhacirler ve kent içinde kalan gayrimüslimler aracılığıyla sürdürülmektedir. Yabancı sermaye Trieste gibi serbest limanlar üzerinden İzmir’deki bu yeni aracılarla bağlantı kurmak suretiyle kentin ihracatında söz sahibi olmayı sürdürmüştür. Kaya’ya göre yabancı sermaye şehir ekonomisinde giderek daha fazla yer tutmaktadır. 1923-29 arasında buraya yatırılan yabancı sermaye Türk sermayesinden iki kat daha fazladır. 1929 yılında yaşanan Dünya ekonomik bunalımının ardından ülke içinde uygulamaya konulan ekonomik yaklaşım ile İzmir kentinin öncelikleri arasında yaşanan çekişmenin ardından daha muhalif bir kent görünümüne bürünür. “İktisadi bilgi ve becerinin şehirden kaçışı, liman şehri niteliğini yitirmesi, dünya ekonomisinin yeni koşulları karşısında dönüşme imkansızlığı, merkezi iktidara politik muhalefet; bütün bunlar hareketsizliğin kaynağıdır. Ulusal ve uluslar arası ekonomide daha fazla yer alma özlemine değilse de arzusuna rağmen, İzmir yine de 20. yüzyıl boyunca ‘statik dinamik’te bir küçük üretim şehri ve sayfiye yeri olur”.[13] Kentin yetişmiş insan sermayesi açısından yaşadığı bir diğer kaybı İzmir ticaretinden önemli bir pay sahibi bulunan Yahudi nüfusunun önemli bir bölümünün 1946 yılında kurulan İsrail devletinin ardından kentten ayrılması olacaktır.
Karşıyaka ve Altay kulüplerinin yanına Cumhuriyet sonrasında Altınordu-Göztepe ve İzmirspor kulüpleri katılmışlardır. 1923 yılında oynanmaya başlanan İzmir Futbol Liginin ilk şampiyonluğunu Altay kazanmıştır. Bu yeni dönemde İzmir futbolunda yaşananlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz: “İzmir’in ilk stadı olan Alsancak Stadyumu 16 Eylül 1928’de açıldı. 27 Aralık 1929’da Altay ile Altınay arasındaki maçta, Altay’lı Vehbi, gayri kasti olarak Altınaylı İhsan’dan, midesine bir dirsek darbesi aldı. Midesinden ameliyatlı olan Vehbi, bundan sonra iyileşemedi ve hayata veda etti. Mıntıka futbol heyeti 3 Ocak 1930 tarihli toplantısında aşırı taşkınlık yapıldığı gerekçesiyle maçları seyircisiz oynatma kararı aldı. 10 Ocak 1930’da Altay-Karşıyaka maçına seyirci alınmadı. Ancak seyirciler duvarlardan atlayıp sahaya dolunca, uygulamadan vazgeçildi. 26 Ocak 1930’da Midilli’de Aris’i 5-1 yenen Karşıyaka, Yunanistan’da ilk defa galip gelen Türk takımı oldu. İzmir’e ilk yabancı antrenörü Karşıyaka kulübü getirdi. İngiliz antrenör Pegnam 1931’de Karşıyaka’yı çalıştırdı. Karşıyaka sahası ve tenis kortlarının açılış töreni 30 Ekim 1939’da yapıldı”.[14]
İzmir kulüplerinin kendi bünyeleri içinde liglerde mücadele etmeleri 1937 yılına kadar sürmüş ve bu tarihte dönemin İzmir Valisi Fazlı Güleç, İstanbul-Ankara ve İzmir takımlarının karmasının oluşturacağı Milli Küme maçları için İzmir kulüplerini birleştirmiştir. “İstanbul takımları ile Milli Küme’de layıkıyla mücadele edebilmek, güçlerin bölünmesini engellemek ve İzmir’de sporun gelişmesine katkıda bulunmak için ‘kulüpçülük belasını defetmek’ amacıyla Altay-Buca-Altınordu takımları siyah-sarı renkli Üçokspor, Göztepe-İzmirspor-Egespor takımları kırmızı-beyaz renkli Doğanspor ve Karşıyaka-Bornova takımları da siyah-kırmızı renkli Yamanlarspor adı altında birleştirilmişti. Devlet Demiryolları mensuplarının takımı hüviyetindeki Demirspor, gerekli disiplini gösterdiği için olduğu gibi bırakılmıştır. Kulüplerden Yamanlar’ın merkezi Karşıyaka CHP binası, diğer iki kulübünki de CHP İzmir Merkez binası olacaktı”.[15] Birleşmeyi sağlayan valinin İzmir’den ayrılmasının ardından takımlar yeniden gerçek kimliklerine dönerek liglerde mücadele etmeye devam etmişlerdir.
1923 yılından 1955 yılına kadar süren İzmir Futbol Liginin en başarılı takımı on iki şampiyonluk kazanan Altay’dır. Altay’ın Alsancak semtinden kurulan ve İzmir’in Yahudi asıllı gayrimüslim nüfusunu da, kulüp bünyesi içine taşıma potansiyeli yüksek bir kulüp olduğu görülmektedir. İzmir kulüpleri içerisinde kulüp yönetimlerine seçilen isimler incelendiğinde Altay kulübünün, diğer İzmir kulüplerinden farklı bir yol izlediği görülecektir. Altay’ın daha kuruluşundan itibaren iktidarlarla kurmuş olduğu yakın bağlantı içinde dönemin İttihat Terakki yöneticilerinden daha sonra ülkenin başbakanlığına yükselecek olan isimlere kadar pek çok önde gelen siyasetçi ve bürokrat bulunmaktadır. Ayrıca kentin sermaye birikiminde önde gelen gayrimüslim nüfusla kurulan bağlantı da hiçbir zaman kopmamıştır. Celal Bayar, Adnan Menderes, Şükrü Saracoğlu, Mustafa Necati, Vasıf Çınar, Baha Esat Tekand gibi önde gelen siyasi isimlerin yanında Şerif Remzi Reyent, Evliyazade Nejat,Şakir Moralızade, E.Giraud, Sami Gomel gibi tüccar ve sanayiciler bulunmaktadır.
İzmir kenti, geçmişten getirmiş olduğu bilgi birikimi ve dönemin koşullarının etkisiyle futbol alanında İstanbul’dan sonra ülkenin önde gelen kenti olma özelliğini 1960’lı yılların sonuna kadar sürdürmüştür. Kent içinde yaşayan gayrimüslim nüfus, futbolcu ve idareci olarak futbol kulüplerinde yer almışlardır. Örneğin Dominic ve Edvin Klark Altay kulübünde futbolcu, takım kaptanı ve idareci olarak uzun yıllar görev yapan isimlerdir. Yine bu dönemde İzmir takımları yurtdışına futbolcu göndermek suretiyle de önemli bir atılım başlatmışlardır. Altay’ın efsanevi futbolcusu olan Vahap Özaltay 1932 yılında Fransa’nın Racing kulübüne transfer olmuş ve Racing kulübünün 1933 yılında İstanbul ziyareti sırasında Fenerbahçe ve Galatasaray ile oynadığı karşılaşmalarda forma giyerek, Türk takımlarına karşı oynayan ilk Türk futbolcusu olma unvanını da kazanmıştır. Fransa’da profesyonel olarak futbol oynadığı için, Türkiye’ye döndüğünde profesyonel olarak liglerde mücadele eden ilk futbolcu yine Vahap Özaltay olmuştur. Yurt dışında futbol bilgisini arttıran Özaltay, 1955 yılında Ordu milli takımımızın dünya şampiyonu olan kadrosunun başında antrenör olarak görev yapmıştır. Futbolda sürgü sistemi ile WM sistemlerini uygulamaya koyarak yeni futbol anlayışları ile Türkiye futbolunun ve futbolcusunun tanışmasına da öncülük etmiştir. Vahap Özaltay’ın yanı sıra Karşıyaka kulübü kalecisi Malik Yaylım 1927 yılında İngiltere’nin Arsenal takımından transfer teklifi almıştır. Bir diğer Karşıyaka futbolcusu Lemi Yerli 1952 yılında Fransa’nın Racing kulübüne transfer olmuştur. İzmir futbolunun ülke çapındaki en büyük başarısını ise 1950 yılında Türkiye futbol şampiyonluğunu kazanan Göztepe kulübü elde etmiştir.
1950’li yıllar Türkiye’de Demokrat Partinin iktidarda olduğu, tarımda yaşanan makineleşmenin ardından köyden kente göçün başladığı dönemdir. Türkiye’nin diğer büyük kentleri gibi İzmir’de bu dönemde yoğun bir nüfus göçü ile karşı karşıya kalmıştır. Yeni gelen nüfus, kent içinde bir hareketliliğe neden olurken 1960’lı yıllar beraberinde kalkınma planları ile ülkenin ekonomik anlamda yeni bir döneme gireceğinin de habercisi olacaktır. Futbol dünyası da ekonomik alanda yaşanan gelişmelerden bağımsız düşünülemez, ülke de yaşanan hızlı değişim ve açılma politikaları futbola da sirayet edecektir. Profesyonelliğin kabulü sonrasında 1952 yılında İstanbul’da Profesyonel lig mücadelesi sekiz takımın katılımı ile başlayacaktır. İstanbul profesyonel ligini; Ankara, İzmir, Adana profesyonel ligleri takip edecektir. Ancak asıl gelişme 1959 yılında Türkiye ‘Milli Lig’inin kurulması ile sağlanacaktır. İstanbul’dan 8, Ankara ve İzmir’den 4’er takımla başlayan “tek kümeli ‘Milli Lig’, hem Türkiye’nin ekonomik bütünleşmesinin büyük ölçüde tamamlandığının, hem futbolculuğun çağdaş süreçlere girerek meslekleştiğinin somut ifadesidir…1963’de başlatılan planlı kalkınma döneminin teşvik önlemleriyle yerel sermayenin yer yer İstanbul’a ve İzmir’e kafa tutabilmesinin zemini yaratılıyordu. Yani, ‘kentler arası rekabet’ için çok uygun bir ortam oluşmuştu”.[16]
1959 yılında kurulan birinci lige İzmir’den Altay-İzmirspor-Karşıyaka ve Göztepe kulüpleri katılmıştır, bir yıl sonra bu takımlara Altınordu kulübü de eklenmiştir. 1963-64 sezonunda önce Karşıyaka, ertesi sezonda Altınordu, iki sezon sonra da İzmirspor ligden düşmüşlerdir. İkinci ve Üçüncü Türkiye liglerinin kurulması ile birlikte İzmir takımlarının Altay ve Göztepe dışında istikrarsızlığı da artacaktır. 1966-67 sezonunda Türkiye kupasını Göztepe’yi kura sonucu geçen Altay kazanır iken iki sezon sonra bu kupayı Göztepe rakibi Galatasaray’ı 1-0 yenerek kazanacaktır. Göztepe’nin yurt içinde ve yurt dışında başarılı sonuçlar aldığı 60’lı yılların son dönemi İzmir kenti ve futbolu açısından da büyük önem taşımaktadır. “1969-70 sezonunda Göztepe hem Türkiye kupasını hem de Cumhurbaşkanlığı kupasını kazanmasının yanı sıra, yurt dışı macerasında da Türk futbol tarihi açısından bir ilki gerçekleştirerek Avrupa kupalarında çeyrek final oynayan ilk Türk takımı olacaktır”.[17]
1963-64 sezonunda Türkiye 2.futbol ligi ve 1967-68 sezonunda da Türkiye 3.futbol ligi kurulacaktır. İkinci ve üçüncü futbol liglerinin oluşturulması ile birlikte Türkiye’de futbol ve futbola duyulan ilgi daha da artacaktır. Kendi kentinin takımlarını izlemek isteyen ve onların başarısı ile gururlanan halk için futbol artık vazgeçilmez bir eğlence kaynağı haline gelmiştir.
1960’lı yıllar dönemin ekonomik koşullarının da etkisi ile İstanbul-İzmir gibi kentlerin dışında kalan pek çok kentin gelişmeye ve bunun sonucunda da dönüşmeye başladığı sürecin başlangıcı olacaktır. Gelişmeye başlayan bu kentlerin, kendilerini ifade edebilmelerinin bir yolu da yeni futbol takımları kurmaları ya da kent içinde var olan takımları birleştirerek tek bir kent takımı oluşturmalarından geçmektedir. Bugün faaliyette olan kulüplerin büyük bir çoğunluğu 1960 sonrasında kurulmuşlardır. Anadolu sermayesi; özellikle İstanbul ve İzmir sermayesine karşı kendi sesini duyurabilecek bu takımların kurulmalarını desteklemiştir.
Anadolu kentlerinde yaşanan ekonomik gelişmeler sonrasında kurulan futbol takımları hızla etkinlik kazanmaya başlamışlar ve futbol alanında var olan yeni bilgilere ulaşabilme potansiyeli geliştikçe, İzmir kentinin futbol alanındaki ayrıcalıklı konumu azalmaya başlamıştır. Göztepe kulübünün Türkiye liginin yanı sıra Avrupa kupalarında elde ettiği başarılı sonuçlar İzmir kentinin ülke futbolu alanındaki ayrıcalıklı yapısının sonunu temsil etmektedir. Yurt dışında eğitim almış ve çok sayıda dil bilen Adnan Süvari’nin antrenör olarak göreve başlamasının ardından Göztepe kulübü, Türkiye’de modern anlamda futbolun öncülüğünü üstlenmiştir. Adnan Süvari’nin başında bulunduğu ekip Türkiye kupası, Cumhurbaşkanlığı kupasını kazanmış ve Avrupa Fuar şehirleri kupasında yarı finale yükselen ilk Türk takımı olmuştur. Adnan Süvari aynı dönemde Türk milli takımı antrenörlüğünü de yürütmüş ve bu dönemdeki Göztepe kulübünün futbolcuları Ali Artuner, Nevzat Güzelırmak, Fevzi Zemzem, Çağlayan Derebaşı, Gürsel Aksel milli takımın değişmez isimleri olmuşlardır. İzmir futbolundan milli takımda 1970’li yılların sonunda Altay’dan Mustafa Denizli, Erol Togay, Zafer Bilgetay, Mustafa Turgut ile Göztepe’den Sadullah Acele, 1987 ve 1991 yıllarında Karşıyaka’dan Ali Çoban ve Ülken Durak isimleri yer almıştır. İzmir kentinin futbol alanında yaşadığı gerilemeye, milli takımlarda yer alacak isimlerin sayısının azalması eşlik etmiş ve son yirmi yıldır İzmir’den milli takıma devamlı olarak çağrılan bir isim olmamıştır.
İzmir, 1960’lı yılların ortalarından itibaren Kaya’nın yerinde tespitiyle artık ‘insan sermayesi’ni ihraç etmektedir ve bu durum şehrin sakinleri tarafından üzüntüyle karşılanmaktadır çünkü bu durumun şehre getirisi bulunmamaktadır. “Tersine, dirilmek için ihtiyaç duyduğu kaynaklarını yitirmesine sebep olmaktadır. Bununla birlikte, bu yeni ihracatın ikincil etkisi şehir dışında, gurbette, Smyrna kimliğinin yeniden icadıdır. Meslek basamaklarında yükselen Smyrnalı öğrenciler ve diplomalılar kendilerini diğerlerinden farklı hissederler ve İzmir’de geçen zamanlarının özlemi içinde yaşarlar”.[18] Yetişmiş insan sermayesi açısından durumu futbol sahalarına uyarladığımızda da benzer bir görüntüyle karşı karşıya kalırız. İzmir kulüpleri 1970’li yıllardan itibaren birinci lig mücadelesinden uzaklaşmışlar ve uzun yıllar tek İzmir takımı olarak Altay, mücadelesini sürdürmüştür. Özellikle İzmirspor kulübü ile Altay kulüpleri alt yapılarından yetiştirdikleri başarılı futbolcuları kısa bir süre sonra İstanbul kulüplerine satmak zorundadırlar(Bu kısır döngü halen daha aynı ölçülerde sürmektedir). Uzun yıllar Altay takımının kaptanlığını yapan Büyük Mustafa (Denizli) bile şampiyonluk görebilmek için İstanbul’un(Galatasaray) yolunu tutmuştur. Ekonomik alanda gerileyen, insan kaynağını her alanda İstanbul’a kaptıran İzmir kentinin, futbol alanında bilgi düzeyinde elinde bulundurduğu ayrıcalıkları 1980 yılına gelindiğinde tükenmiştir. 12 Eylül 1980 ve sonrası İzmir kenti ve onun futbolu açısından hiç de olumlu olmayacaktır.
C) 1980’DEN GÜNÜMÜZE İZMİR VE FUTBOLU
1980 sonrası Turgut Özal hükümetleri ile başlayan liberal dalga, kentin seçim sürecinde yaptığı yanlış tercih nedeniyle İzmir’e bir on yıl kadar en alt düzeyde uğrar ve İzmir’in sanayi ve ticaret sermayesinin yanı sıra kentin medyası ve futbol kulüpleri de hızla küçülmeye başlarlar. Kaya’ya göre, bu ekonomik ve politik koşullarda birçok Smyrna işletmesi pazarın ‘liberalleşmesi’ne dayanamayıp, iflas eder ve 1990’lı yıllardan itibaren İzmir’in çöküşü de hızlanır. “Kişi başına ulusal gelir Türkiye’nin bütününde %47 artarken, İzmir’de ancak %28 artar. İhracatın durumu da aynıdır: 1926 yılında İzmir’in ihracatı Türkiye ihracatının %43’ünü oluştursa da, bu oran 1937 yılında %37’ye, 1977’de %33’e, 1981’de %22’ye,1991’de %19’a ve 2001’de %13’e düşer”.[19] Verilerden de anlaşılacağı gibi, İzmir ihracat limanı olma özelliğini de hızla yitirmektedir. İhracatın azaldığı, ekonominin küçüldüğü, işsizliğin arttığı bir kentin kendisini var edebilmesi için çıkış yollarına ihtiyaç bulunmalıdır ve kent olarak İzmir, yitirdiği Büyükşehir belediye başkanı rahmetli Ahmet Priştina ile birlikte başlayan çıkış arama sürecini halen sürdürmektedir. Cumhuriyet yönetimleri ile yaşadığı sorunlar sonrasında muhalif kent olma hassasiyeti, özellikle son on yıl içerisinde daha da artmış bulunan kentin 1980 ve 90’lı yıllarda aldığı yeni göç dalgası sonrasında ülkenin doğusundan gelip yerleşen yeni mensuplarını özümseyebilecek ekonomik donanımı yetersiz kalmaktadır. Kaya’ya göre 1935 yılında sakinlerinin %67’si İzmir doğumlulardan oluşur iken, 2000 yılında bu oran %50’ler seviyesine inmiştir. “İzmir, yüzyıllar içerisinde oluşturmuş olduğu kendine özgü kimliğini sürekli yeniden üretmekte, yeniden icat etmektedir. Smyrna ile İzmir arasında tuhaf bir melezleşme sürmektedir…İzmir bir anlamda her zaman için çoğul bir şehirdir, çünkü başkalarına ve farklılıklarına yeniden açılmıştır”.[20] Başka bir açıdan ise İzmir, giderek içine kapanan ve içine kapandıkça da geçmişe daha fazla dönme arzusunda bulunan bir şehir haline dönüşmektedir.
1980’li yıllara kadar her ne kadar merkezi iktidar ve İstanbul çekişmesinin yansımaları kentin ekonomisinden, futboluna kadar etkili olmasına rağmen kent, geçmişin birikimleri üzerinde durmayı başarmıştır. 1980 sonrası dönüşüm sürecinin hızı ve uluslar arası ölçekte yaygın gerçekleşmesinin ardından İzmir kenti, sanayisinden-medyasına, futbol kulüplerine kadar hemen her alanda büyük darboğazlarla karşı karşıya kalmıştır. Örneğin Türkiye’nin gazete tarihinde İzmir kentinin önemli bir rolü ve yerinin bulunduğu yıllardan; giderek küçülen, yerel gazeteleri birer birer kapanan ve yetiştirdiği gazetecileri de İstanbul medyasına kaptıran yıllara gelinmiştir. Gazeteler verdikleri Ege-İzmir ilaveleri ile durumu kurtarmaya çalışan bir yayıncılık anlayışını hayata geçirmişlerdir. Aynı sürecin daha acımasızı İzmir’de yayın hayatını sürdüren televizyon kanallarında yaşanmıştır/halen de yaşanmaktadır.
Osmanlının dışa doğru açılan liman kentinden küçülen bir kente dönüşen İzmir, bu yıllarda yerelliğini de hızla kaybetmekte ve yerel/otonom yapısı ile çevresindeki kentleri de besleyen İzmir kenti hızla çözülmektedir. Sadece İzmir’in değil tüm bölgenin en önemli aktivitelerinden birisi olan İzmir Fuarının yıllar içerisinde yaşadığı acı dönüşüm süreci, İzmir’in yerel/otonom yapısında yaşanan sürecin bir örneği olarak gösterilebilir. Daha önceki yıllarda İzmir, kente gelen yeni nüfusu hızla bünyesine katmakta ve içlerinde sivrilenlerin yükselmesine katkıda bulunmaktadır. 1980 sonrası ekonomik alanda yaşanan dönüşümün ardından İzmir daha muhafazakar bir yapıya bürünmek suretiyle, kent içinde yeni zenginlerin türemesini de engeller bir yapının oluşmasını sağlar hale gelecektir. Tüm ülkenin önde gelen isimlerini kendi bünyesine katan İstanbul kentinin yarattığı göç dalgası sonrasında, kentin yetiştirdiği gazetecisinden, aydınlarına hatta teknokratlarına kadar her türlü beyin gücü kenti terk etmek zorunda kalmışlardır.
1980 sonrası ekonomik anlamda yaşanan dönüşümün izlerini futbol üzerinden izlediğimizde de karşımıza benzer bir tablo çıkmaktadır. İzmir kulüpleri son otuz yıl içinde hızla kan kaybetmişler ve küçülen medyanın da etkisiyle adeta kendi içlerinde kısır çekişmelerle günlerini geçirir hale düşmüşlerdir. Futbolun ilk kez oynandığı kentin, takımlarının içinde bulunduğu olumsuz koşulların içinde spor kültürünün uzağında bulunan yönetim zihniyetlerinin büyük etkisi bulunmaktadır. Yüzyılın başında beş adet stadyumun bulunduğu, spor şenliklerinin düzenlendiği bir kent olan İzmir’in içinde bulunduğumuz dönemde 1928 yılında açılan Alsancak ve 1971 Akdeniz Oyunlarına ev sahipliği yapan Atatürk Stadyumu dışında futbol alanında yeni bir stadyumu bulunmamaktadır. 2016 Avrupa şampiyonası finalleri için Örnekköy’de yapılması düşünülen stadyum konusundaki tartışmalar, tarihi Alsancak stadyumunun bulunduğu alanın rant değeri nedeniyle elden çıkartılabileceği önerilerini gölgelemektedir.
İzmir futbolunun otuz yıllık geçmişini incelediğimizde birinci lig ya da bugünkü süper lig içinde 1980-2000 dönemi içinde sadece 1983-84 sezonunda ligde bir İzmir takımının yer almadığı sezon yaşanmıştır. Bu yirmi yıllık dönemde İzmir bazı yıllar ikişer takımla temsil edilmiştir. Altay’a, farklı sezonlarda Göztepe ve Karşıyaka kulüpleri de eşlik etmişlerdir. 2000 yılından günümüze kadar geçen dönem ise İzmir kulüplerinin çöküş yıllarıdır. Bu periyot içerisinde sadece 2002-2003 sezonunda Altay ve Göztepe kulüpleri lig mücadelesi içerisinde yer almış ve ligin sonunda küme düşmüşlerdir. Göztepe kulübünün birinci ligden başlayan küme düşme serüveni her yıl bir alt lige olmak üzere, dünyada eşine az rastlanır bir istatistikle amatör kümeye kadar düşmesi ile sonuçlanmıştır. Altay yedi sezondur, Karşıyaka ise on dört sezondur birinci lig/süper ligde mücadele edememektedir. Türk futbolunun önemli oyuncu yetiştirme kaynağı olan İzmirspor kulübü 2009 yılı içinde kayyuma devredilmiştir. İzmirspor, Altınordu kulübü ile birlikte Türkiye 3.liginde mücadele etmektedir. Türk futbolunun efsane kulübü olarak adlandırılan Göztepe ise 2.ligden Bank Asya 1.ligine yükselebilme mücadelesini sürdürmektedir. Bank Asya 1.liginde İzmir’in üç takımı Altay-Bucaspor ve Karşıyaka ise Süper lige çıkmanın yollarını aramaktadırlar.
İzmir kulüplerinin son on yıl içinde yaşadığı başarısızlıklara karşın İstanbul takımlarının sayısının aynı dönem içinde en az üç, en çok altı takıma kadar çıktığı görülmüştür. Aynı dönemde Ankara takımlarının sayısında da artış gözlenmiş ve bir takımdan dört takıma kadar yükselen bir grafik çizmişlerdir. İzmir’in kan kaybettiği dönemde, ekonomik anlamda güçlenen Denizli ve Manisa kentleri Türkiye süper liginde yer alma başarısını göstermişlerdir. Kayseri kenti iki sezon Kayserispor ve Kayseri Erciyesspor takımları ile temsil edilme başarısını gösterirken, Sivasspor, Antalyaspor, Gaziantepspor, Bursaspor bu dönem içinde süper lig mücadelesi içinde bulunmuşlardır.
Son otuz yıl içinde yaşanan tüm olumsuz gidişe rağmen Karşıyaka ve Göztepe kulüplerinin şampiyonluk çekişmesi içinde bulundukları 1980-81 sezonu içinde 15 Mayıs 1981 tarihinde oynadıkları seksen bin kişilik müsabaka, dünya futbol tarihine bir ikinci lig karşılaşmasındaki en fazla seyirci rekorunu elinde bulunduran karşılaşma olarak geçecektir. Bu maç sonrası iki kulüp arasında başlayan rekabet sonrası yaşanan gelişmeler, kentin futbol alanındaki yaşadığı olumsuzlukların da önüne geçmiş ve iki takım arasında oynanan bütün müsabakalarda olaylar çıkmıştır. Hatta olaylar futbol sahalarından parke salonlara basketbol ve bayan voleybol karşılaşmalarına kadar sıçramıştır.
1980 sonrası futbol ve onun yarattığı futbol kültürü de büyük bir dönüşüm geçirmiştir. Futbol-Televizyon birlikteliği sonrasında Türkiye popüler kültürü içinde futbola olan ilgide patlama yaşanmış ve futbol, televizyonun en önemli izlenme kaynaklarından bir tanesi olarak özellikle şifreli kanallar sonrasında büyük ilgi görmüştür. Şöhret kültürünün televizyonlar üzerindeki ağırlığının ardından ülkenin önde gelen üç büyük takımının ülke futbolu ve medyası üzerindeki ağırlıkları da artmıştır. İzmir kulüplerinin en büyük handikaplarından birisi, üç büyüklerin İzmir’deki televizyonun etkisiyle yaygınlaşan şöhretlerinin büyüklüğü ile mücadele edebilme güçlerinin bulunmamasıdır. Hızla çözülen taraftar profili nedeniyle İzmir’de Altaylıyım, Karşıyakalıyım, Göztepeliyim diyen taraftar sayısı, Fenerbahçeliyim, Galatasaraylıyım ya da Beşiktaşlıyım diyen taraftar sayısı kadar hızla artmamaktadır. İzmir takımlarını tutanların büyük bir çoğunluğu aynı zamanda bir İstanbul takımını da tutmak suretiyle çifte takım taraftarı olarak, taraftarlıklarını yaşamaya devam etmektedirler.
SONUÇ
Türkiye’de futbolun ilk kez oynandığı kentin, futbol alanındaki ayrıcalığının arkasında ekonomik ve sosyal açıdan güçlü/dışa dönük/uluslar arası ticaret ağına bağlı bir liman kentinin yarattığı zenginlik ve bu zenginliğin yeni bilgi birikimlerine ulaşabilme gücü yatmaktadır. İzmir, sahip olduğu ayrıcalıklarla Osmanlının son döneminden Cumhuriyetin kuruluşuna ve 1960’lı yılların sonuna kadar futbol alanında İstanbul’un hemen ardında yer almıştır. 1960’lı yıllardan itibaren yetişmiş insan gücünü kent bünyesinde tutamayan İzmir, ayrıcalıklarından sonra insanlarını da kaybetmeye başlayacaktır. 1980 sonrası dünyada ve Türkiye’de yaşanan dönüşümlerin İzmir’e ve futboluna yansımaları çok ağır olacaktır. Dışa dönük bir liman kenti giderek ekonomik anlamda içine kapanır iken, onun futboldaki temsilcileri de teker teker kenti futbolun vitrini olan birinci lig/süper ligde temsil edebilme becerisinden uzaklaşacaklardır.
Ekonomik, siyasi, kültürel ve sportif alanda yaşanan başarısızlıkların İzmir kenti ve insanına olan etkilerinin neler olduğunu bir bütün olarak ele almamız gerekmektedir. Batıya açılan aydınlık yüz olarak nitelendirilen kentin yöneticilerinin vizyonu ne yazık ki bu kentin geleceğini şekillendirebilmekten bir hayli uzak. İzmir’in futbol kulüplerin durumu da kentin genel gidişatından ayrı değerlendirilemez, Kent her geçen yıl her alanda kan kaybederken, kentin futbol kulüpleri de bu süreçten paylarına düşeni fazlasıyla almaktadırlar. Enseyi karartmak suretiyle, ah vahlar içerisinde hayıflanmanın herhangi bir getirisi olmayacaktır. İzmir, Türkiye’de futbolun ilk oynandığı yer olmanın yanı sıra Türk futboluna kazandırdığı unutulmaz isimlerle de Türk futbol tarihi açısından unutulmaz bir değerdir. Başarıyı sadece elde edilen şampiyonluklar ölçeğinde değil, kentin tarihsel yapısı içerisinde ve kent kimliğinin oluşumundaki etkileri ile de anlamak zorundayız. İzmir’in takımları, İzmir’i her açıdan temsil edecek olan markalardır ve o markaların destekçisi olan taraftarlar, bütünün ayrılmaz parçalarıdır.
İzmir’in futbolun vitrininde yer almıyor olması büyük bir handikaptır. Ancak bu olumsuzluk üzerinde yapılan tartışmaların İzmir içinden ve dışından çoğu kez İzmir takımlarının birleşmesi neticesine ulaşıyor olması da durumu daha da içinden çıkılmaz bir hale büründürmektedir. Neredeyse 100 yıla yaklaşan tarihe sahip Karşıyaka, Altay ve onları izleyen Göztepe, İzmirspor, Altınordu gibi kulüplerin geçen yıllar içerisinde kent yaşamı içerisinde önemli bir yeri doldurduklarını ve yaşayan tarihi tanıklar olarak İzmir kentinin şekillenmesinde kendilerince önemli bir etkileri olduğu gerçeğini birleşme(me) edebiyatı ile görmezden gelmek büyük haksızlıktır.
Önümüzdeki yıllar için üzerinde durulması gereken bu kentin ve bu kentin takımlarının taraftarları ile kuracakları bağlantının nasıl güçlendirilebileceği ve kulüplerin günü değil geleceği kurtaracak politikalar geliştirilmek suretiyle günübirlik başarılardan; kalıcı, yüreklerde iz bırakıcı ve hepsinden önemlisi kentin belleğinin şekillenmesinde yol gösterici olmasının sağlanabilmesidir. Bu duruma son verebilmek için hayalleri büyük olan ve bunları gerçekleştirme azmi bulunan insanlara ihtiyaç duyulacaktır. İzmir’in elinde bu potansiyel fazlasıyla mevcuttur, yeter ki onların önü tıkanmasın !.
*Bu yazının oluşma sürecindeki katkılarından ötürü sevgili Cem Can’a teşekkürü bir borç bilirim.
Yazan: Prof.Dr. Ahmet TALİMCİLER
Editöryal Düzenleme: Nergiz BULUT