Fatih Hoca bambaşka bir karakter. Çok iyi bir iletişimci. Harika bir motivasyon ustası. Ama her şeyden önce Türk futbolunun en iyi teknik direktörü.
Beni bilenler bilir hasta bir Fenerbahçeli’yim aslında. Ama hocanın yaptıkları beni o kadar etkiledi ki bir Fenerbahçeli olarak bir kez daha yaptıklarına hayran kaldım diyebilirim
Kendisi futbolculuk döneminde Galatasaray formasıyla ön libero oynamış bir futbolcu ve futbolcu olarak sadece Türkiye ligi şampiyonluğu yaşamamış bir oyuncu. Teknik direktörlük kariyerine başkent ekibi Ankaragücü ile başlayan Grande, orada 1987-89 yılları arasında 82 maçta 34 galibiyet ve 23 beraberlikle başarı oranı ilk takımı için fena olmayan bir hoca olarak göze çarptı ve %41,46 gibi bir oranla teknik direktörlük kariyerine başladı. Sonrasında İzmir ekiplerinden Göztepe ile 1 sezonluk macerasını 2. Lig B grubunda 2. olarak bitirmiş ve üst lige çıkmayı kıl payı kaçırmıştır. Ancak 1990 senesi itibariyle Türkiye U-21 takımının başına geçen Terim, burada birçok başarısının ilkini kazanacaktır. O efsane kadroda Sergen Yalçın, Tugay Kerimoğlu, Hamza Hamzaoğlu gibi yetenekli bir oyuncu topluluğuna sahip olan Terim Akdeniz Oyunları’nda Atina’da 2.lik ve Fransa’da şampiyonluk yaşadı. Bir yandan da A milli takımda yardımcı antrenörlük yapan Hoca, Piontek’in yerinin boşalmasıyla beraber 1993 yılında takımın başına geçti. Sonrasında 1994 Dünya Kupası Elemeleri süreci içerisinde aslında çok bir şey yapamayacağı bir etapta ilk önce Polonya’yı 2-1 ile geçti ve Norveç’i de aynı skorla yenerek en azından gelecek için milli takım takipçilerini umutlandırdı diyebiliriz. Hedefi EURO 96 olan Hocanın bu eleme grubunda yapacakları aslında milli takım için yine neler yapabileceğini göstermek diyebiliriz. Eleme grubunda İsveç, Macaristan,İzlanda ve İsviçre ile eşleşen Türkiye grubu 15 puanla 2. bitirdi. Bununla beraber uzun bir süre sonra uluslararası organizasyonlarda yer alan A milliler, Turnuva’da biraz da tecrübe eksikliğinden kaynaklı olarak grubu sonuncu bitirdi. Grupta Hırvatistan ve Portekiz’den 1-0’lık ve Brian Laudrup’un yıldızlaştığı Danimarka maçından da 3-0 gibi skorlarla yenik ayrılan Milli takımda Fatih hoca için ayrılık çanları çalmaya başlamıştı bile.
Aynı yılın Mayıs ayında Hoca, “Yuvam” olarak nitelendirdiği Galatasaray’a geri döndü. Aslında o döneme bakarsak Galatasaray’ın başında Graeme Souness vardı ve o ünlü Kadıköy galibiyeti sonrasında bir de Türkiye Kupası şampiyonluğu yaşamıştı. Ancak taraftar ve yönetim Souness ile değil Fatih Terim ile mukavele imzalamak istiyordu. Başta kararsız olan Terim’i o zamanlar Galatasaray’da yönetici olan Yurdaşen Karahasan ikna etti ve İmparator Galatasaray ile çalışmaya başladı. Teknik direktör olarak artık daha fazlasını istiyordu. O sene hocayla beraber Efsane futbolcu Gheorge Hagi’de takıma eklenince artık yapılmak istenen ve hayali kurulan hedefin ülke sınırları dışında bir başarı olduğu çok açıktı. “Benim hayallerim dünyadan büyük” diyen bir hocadan bahsediyoruz burada. Yapabileceklerini o zaman düşünsek ” Hayalperest” veya “Palavracı” diyebilirsiniz hatta bunu diyenler de oldu. Ama bir hayal kurmak başarmanın nasıl yarısı ise hedef koymak da burada çok önemli bir aşama. Hoca o seneye Fenerbahçe’yi Cumhurbaşkanlığı Kupası’nda 3-0 yenerek kupayla başladı. Sonrasında ligde milli takımdan da beraber çalıştığı Rasim Kara’nın çalıştırdığı Beşiktaş ile şampiyonluk mücadelesi verdi. 30. haftada karşı karşıya gelen iki takım Hagi’nin 85. dakikada attığı golle 1-1 berabere kaldı ve bu sonuçla Cim Bom aralarındaki 5 puanlık farkı koruyup kalan maçları da kazanarak şampiyon oldu. Galatasaray, Fatih hocayla beraber ilk şampiyonluğunu kazandı. Sezon içerisinde sadece 2 mağlubiyet alan Cimbom, bunları ezeli rakibi Fenerbahçe’den almıştı
1. hedef tamamdı artık sırada 2. hedef yani Avrupa vardı. Hocanın karakteri böyle işte. Hangi kupa hangi madalya veya kazanılacak herhangi bir şey. Kısaca ne yaparsa yapsın başarı isteyen bir insan.
97-98 sezonuna yine Cumhurbaşkanlığı Kupası’nda Kocaelispor’u mağlup ederek başlayan Sarı-Kırmızılılar, ayrıca uzun süre takıma hizmet edecek olan Popescu ve o zamanlar genç yetenek olan Fatih Akyel’i kadrosuna kattı. Emre Belözoğlu da 17 yaşında altyapıdan terfi aldı ve takıma dahil oldu. O sene lige iyi başlayamamış olsa da UEFA Şampiyonlar Ligi’nde gruplara kalmayı başardı. Ligin ilk yarısını 3. bitiren Cimbom, sonraki maçlarında mağlubiyet görmedi ve Fenerbahçe’nin iki puan ilerisinde üst üste 2. şampiyonluğunu yaşadı. Artık yavaş yavaş oturan bir kadro vardı ve Terim ligin en iyi hocası olduğunu bir kez daha kanıtlamış oldu.
98-99 sezonunda kaleye Taffarel alındı ve Adana Demirspor’dan Hasan Şaş ile beraber kadroyu biraz daha güçlendiren Galatasaray, bir kez daha Şampiyonlar Ligi’nde gruplara kalmayı başardı ve ligde de bir kez daha şampiyon olup Türkiye Kupası’nı müzeye götürdü.
Ve işte artık her şeyin başladığı o yerdeyiz. Hoca için 0 noktası diyebileceğimiz bir yer çünkü bu dönemden sonra artık Fatih Terim rüştünü ispatlayacak ve bütün dünya bunu öğrenecekti. O sene kadroya sadece devre arasında Tugay’ın yerine Sergen Yalçın’ı transfer eden Galatasaray, lige Gaziantepspor mağlubiyetiyle başlasa da Mart ayına kadar yenilgisiz devam ettiler ve Avrupa’da bir kez daha gruplara kaldılar. Gruplarda istediğini elde edemeyen Cimbom UEFA Kupası’da yoluna devam edecekti. Bahis şirketleri o sene Galatasaray’ın kupayı kazanma olasılığına 1/250’lik bir oran vermişti. Yani Galatasaray 250 defa denese bunu bir defa başarabilecekti. İşte buna inanmak, bunu başarmak harika bir his olmaz mıydı sizce? Bunu başardı Hoca işte. 250’de 1 şansımız varken bir anda yarı yarıya şansa düşürmek… İşte futbol bu, mucizeleri ve güzellikleri ile güzel.
Sırasıyla Bologna,Borussia Dortmund, Mallorca ve birçok olayla hatırlanan Leeds United maçı ile beraber finale kadar yürüdü Aslan. Bunların arasında Leeds maçı o kadar önemlidir ki, Bir zamanlar deplasman veya iç saha fark etmeksizin farklı skorlarla mağlup olduğumuz İngilizlerin bir de üstüne İstanbul’da olaylar çıkarıp iki taraftarın ölmesi ile sonuçlanan bu gergin ortamda deplasmanda “Medeniyete hoşgeldiniz” gibi ofansif bir pankartla karşılanan Galatasaray tabiri caizse o cehennemden resmen canlı çıkmayı başardı ve makus talihimizi gerçekten tersine çevirdi. Kopenhag’a finale yürüdü. Artık tek rakip vardı. Yine bir İngiliz Arsenal.
Henry, Viera,Ljunberg,Bergkamp,Seaman gibi harika ayakları olan Arsenal’in başında o zamanlar Arsène Wenger bulunuyordu. Premier Lig’de iyi bir sezon geçirmişlerdi ve onlar da uzun süredir Avrupa’da bir başarı elde edememişlerdi. Kısaca kupayı çok istiyorlardı. Fatih Hoca ise hepimizin bildiği o ünlü video ile aklımıza gelir. Kazansanız da kaybetseniz de benim gönlümde şampiyon olarak oldunuz öyle kalacaksınız. Bir anlığına kendinizi o soyunma odasında hayal edin. İşte o hisle maça çıktı Cimbom. Ancak Galatasaray o kadar fazla gol fırsatını harcamıştı ki, Kaleci Seaman önemli bir farkı engellemişti. Öbür tarafta Arsenal’in çektiği her şutun sonunda spiker tarafından duyulan tek isim, Taffarel. Maç uzatmalara giderken Hagi yine kendini tutamamış ve kırmızı kart görüp maçtan atılmıştı. Aslında her şey Arsenal’in istediği gibi gidiyordu ancak Taffarel o kadar büyümüştü ki kalesinde, Arsenalli taraftarlar bir tarafta çökmüşken diğer tarafta Galatasaraylı taraftarlar sanki 3-0 öndeymiş gibi bir havada ayakta ve tezahürattaydı. Penaltılara giden maçta ilk önce Ergün Penbe attı, sonra Šuker direğe nişanladı. Devamında Vieira topu yine direğe vurmuştu. Popescu topun başına geçti ve Galatasaray kupaya uzandı.
Fatih hoca artık zirvedeydi. Kupayı alan ilk Türk teknik direktör oldu ve tarihe geçti. Ancak, başka diyarlarda fethedilecek başka kaleler ve alınacak başka kupalar bekliyordu imparatoru…
Yazan: Ekin ÇEKİM
Editör: Serkan ÖZDEMİR