Yazıyı tamamladıktan sonra yazıya başlık bulmak hem daha pratik bir yöntemdir hem de yazımda genel geçer bir yoldur. Böylece kendinizi başlığa hapsetmez, özgür bir ifade yöntemi yakalamak mümkün olur. Ancak konu Johan Cruyff olduğu zaman kaide bozulmasa da istisnalar yaşanabiliyor. Tıpkı futbolda kendisinin nadide konumu gibi… Ama onun etkisi kaideyi de bozdu. Cruyff gibi nadir görülen yeteneklerin egoyla birleşiminde ortaya çıkan hafif sevimli snopluk, ona “Belki de ölümsüzüm” cümlesini söylettirirken ne demek istediğini anlayanlar bunaltıcı bir “ben merkezcilik” hissinden ziyade mütevazı bir öngörüden bahsettiğini anlıyorlar. Bu cümlenin daha sonra NFT olarak üretilmesi ve çok sevdiği Barcelona tarafından 633 bin dolara satılması, hepimizin malumu, zor zamanlardan geçen Katalan ekibine can suyu oldu. Johan, gittikten sonra da değer katmaya devam ediyor.
Peki neden Cruyff bu kadar özeldi? Nedenini anlamak için 2. Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde, yıkılmış Amsterdam’a gidelim. Avrupa yaşadığı şoku henüz atlatmaya çalışırken, doğudan gelen bir başka tehditten dolayı kendini savunamayacak halde, okyanusun diğer tarafının eteklerinde güveni bulmaya çalışıyordu. Böyle bir iklimde 1947 Nisanında doğdu Johan. Amsterdam’ın dışında, Beton Köy olarak bilinen bir yerde büyüdü. Burası Birinci Dünya Savaşı sonrasında ucuz iş gücü için duyulan ihtiyacı karşılamak amacıyla yapılan, iç karartıcı yapılardı. Ancak Johan mutsuzluk saçan koşuldan verim almasını bildi; krizleri fırsata çevirebiliyordu.
Sokaklarda maç yapabilmeyi başaran o şanslı PS öncesi çocukları iki şeyi çok iyi bilirler; kaldırımlar iyi bir takım arkadaşıdır ve şayet betonda oynuyorsanız, düşmenin acısı çok büyüktür. Hiçbir şey bir anda ortaya çıkmaz; her şeyin bir sebebi vardır. Cruyff’un saha içerisinde o herkesçe bilinen dönerek attığı çalım hareketinin temelinde de bu mecburiyet yatar. Elbette spektaküler şutlarının da… Hızı, esnekliği ve sarışınlığı sayesinde ileride Sarı Fare adı yakıştırılacaktır.
12 yaşında babasını kaybeden Hollandalı için futbol, ömrünü adayabileceği bir daldı. Rinus Michel’le tanışması da bu vesileyle oldu. Ki bu tanışma adım adım önce Ajax’ı, ardından Hollanda’yı en nihayetinde Barcelona’yı “oyunu değiştiren” aktör haline getirecekti.
60’lı yıllar futbolun bam güm, sokak oyunundan fazlasını ifade etmeye başladığı dönemdir. Bireysel yetenekli ya da daha doğrusu herkesin kendi başına hareket ettiği kaos yerine 11 kişiyle sahaya çıkan takımların bir bütün olarak oyunu sahnelemeye başladığı zamanlardır. Michels dönüşümün farkındadır ve kolektif oyunu düzenleyerek Ajax’ını buna göre oynatır. Dönem hep beraber hücum, hep beraber savunma dönemidir. Kolektif oyun oynamanın gerekliliklerinden birinin adı uyumdur. Michels’in bu kolektif yapıyla ortaya koyduğu Total Futbol kavramının en büyük temsilcisi Johan Cruyff oldu. Ajax forması altında attığı goller kadar ilk döneminde kazandığı 6 şampiyonluk ve 3 Şampiyon Kulüpler Kupası, Hollanda futbolunun dönüşümünü gösteriyordu. Bu süre içerisinde Hollanda, dünya kupalarına 1938’den sonra ilk kez katılma başarısı gösteriyordu. O senelerde kıtaların yalnızca en başarılı takımları turnuvaya katılma hakkına sahip oluyorlardı ve Hollanda 1974 yılına oldukça hak ederek gelmişti. Batı Almanya’da düzenlenen turnuvada Hollanda gözlerin pasını silmiş, yeni oyununu tüm dünyanın beğenisine sunmuştu. Kaybedilen final, kaçan kupa… En unutulmaz ikinci olmayı başarmışlardı. Bu dünya kupası Cruyyf’un küresel etkisine karşın katıldığı tek dünya kupası olacaktır.
1973’te Cruyff, Amsterdam’da geçen başarılı sezonların ardından İspanya macerasına başlar. Klişedir, ancak dünya görüşünü belirtmek açısından bunu ifade edeceğim; eldeki seçeneklerden biri Real Madrid, diğer seçeneği de 14 yıldır kendi liginde şampiyon olamamış, ikinci sınıf ancak bir kimlik takımı olan Barcelona. İkinci dünya savaşının yıkıp geçtiği bir ülkede yetişmiş Cruyff için “faşizmin marka yüzü” Real’de oynamak hiç sıcak değildi. Rotasını Barcelona’ya çevirdi. Gelir gelmez şampiyonluk hasretine son verildi. Zaman içerisinde Cruyff- Barcelona hatta daha sonra Total Futbol ve Hollanda bir bütün olarak anılmaya devam edecekti. 5 senelik Katalan macerasının henüz başında oğlunun adı Katalan azizi Jordi koyacak kadar içselleştirmişti şehri. 5 yılın sonunda şehirden ayrılma kararını evlerine giren silahlı saldırganlar belirleyecekti. Hatta yaşananların ışığında Hollanda 1978 Dünya Kupası’nda finalde bu kez Arjantin’e kaybederken Cruyyf, ailesinin Barcelona’daki can güvenliğinden endişe ettiği için takımını sırtlayamayacaktı.
Barcelona sonrasında Amerika’ya gitti, ardından Ajax’la bir Feyenoord ile 2 şampiyonluk daha kazanarak muhteşem kariyerini sonlandırıyordu. Hikaye böyle bitmezdi, önünde yeni bir rekabet vardı. Parlak kariyerli oyuncuların antrenörlük kariyerleri aksine sönük geçtiğine dair yaygın bir inanç vardır. Ancak o bu konuda da istisna olur. 88 yılında Barcelona’nın başına geçtiği zaman takım son şampiyonluğunu 3 yıl önce, ondan önceki son şampiyonluğunu ise Cruyyf’un geldiği sene almıştı. 90’lı yıllara girerken Katalan ekibinin manzarası bu şekildeydi. Bir şeyler değişmeliydi…
Spor dünyasına hakim herkesin bildiği bir altyapı gerçeği mevcut günümüzde. Sportif altyapı dendiği zaman da hemen herkesin aklına La Masia geliyor. Akademi tüm dünyadan potansiyelli gençlerin bir araya geldiği ve Barcelona alt yapısını oluşturduğu bir eğitim alanı. Cruyff’un da son derece değer verdiği bir alandı burası. Aklındakileri yetişmiş oyuncularda somutlaştırmanın zorluğunun farkındaydı. Bunun yerine bir akademide felsefesini tohumlamak daha akılcıydı. Akıl onun ayırt edici özelliğiydi. Her şey eğitimle başlıyor onun görüşüne göre. Zaten oyun felsefesi kavramı da bu şekilde oluşuyor. Giden oyuncunun yerine alttan gelen gencin devamlılığı sağlaması da buradan alınan eğitimle oluyor. La Masia bünyesinden Messi, Iniesta, Xavi, Pique, Puyol gibi 2000 ve 2010’ların Barcelona efsaneleri çıkarken, daha eskiye gittiğimiz zaman bugünün öncülerinden Guardiola gibi teknik direktörler de çıktı.
Onun düşüncesine göre futbol bir takım oyunuydu ve herkes her yerde oynamalıydı. Elbette Rinus Michels’ten aldıklarının üzerine koyuyordu bunu gerçekleştirirken. Total Futbol daha önce İtalyanların Catenacciosunu etkisiz hale getirmişti.
Onu diğer spor figürlerinden ayıran özelliği ise gerçek bir futbol aklına sahip olması ve bunu uygulamaya sokmasıydı. Aklı, kariyerinin başından son anına kadar onu, fikirlerini ve fikirlerini uygulayanları başarıya taşıdı. Şimdi bu bayrağı City’de Guardiola taşıyor.
Oyunun katkısına oldukça derin katkıları oldu. Ajax’ın, yazının başında da belirtildiği üzere bir 60’ların başında bir felsefe oturtmaya başlamasıyla başladı her şey. Önemli olan topa sahip olmaktı. Kendisi de bu şiarı takımlarında Cruyff felsefesinin tepesine koydu. Sonuçta sendeki top, rakipte değildi ve rakibin topa sahip olamazsa seni yenemez. Bu öz düşünce, zamanla evrim geçirmesine rağmen 50 yıl sonra Barcelona’nın “uzay futbolu” oynamasını sağlamıştı. Guardiola döneminde kaptırılan topu geri almak için 6 saniye kuralı vardı. Bu düşüncenin uzantısıydı elbette bu da. Orijinalinde ise Barcelona’ya dönen Cruyff savunmayı en ileriden, hücumu da en geriden kurgulamıştı. Böylece total futbolun hemen her yerde oynamayı bilen felsefesi saha içine de yansıyacaktı. Hız da hem fiziksel hem de saha paylaşımı için son derece önemliydi. Topa sahipken akordeon gibi açılan ancak yayılmayan takım, top kaptırıldığında hızlı bir şekilde alan daraltıyor ve topu geri kazanıyordu. Kazanmalıydı… Barcelona, önceki on yılların aksine onun döneminde 4 kez üst üste La Liga’yı kazanmayı başardı. Yavaş yavaş unutulmaya yüz tutan kulüp, 2000 ve 2010’lu yıllardaki zirveden önce hazırlık dönemini yaşıyordu. Yine aynı sürede 4 tane Avrupa Kupası finali oynadılar ve 88’de Kupa Galipleri Kupası’nı 4 yıl sonra da Şampiyon Kulüpler Kupası’nın sahibi oldular.
Seyrine doyumsuz saha içi düzen, 80’li yılların sonunda Avrupa’yı domine eden bir başka takım olan Milan’ın yaratıcısı Arrigo Sacchi’yi de etkilemişti. Oyun değişiyor, güzelleşiyor ancak esaslar sabit kalıyordu. Her zaman kazanmak zorunda mıydı? Böyle bir şey mümkün değil elbette. Pep’in sözlerine kulak vermekte fayda var; ‘’Cruyff benim de içinde bulunduğum pek çok oyuncuyu eğitti, biz de onun yolunu başkalarına öğreteceğiz ve onlar da bu silsileyi devam ettirecekler. Bu söylediklerim, Cruyff’un takımlarının her zaman kazanacağı anlamına mı geliyor? Hayır, bunu hiç düşünmedim. Kaybetmek üzerine asla düşünmem ama Cruyff’un yolu bana kazanmaya nasıl hazırlanılacağını öğretti. Onun bize gösterdiği bu futbol anlayışını daha önce hiç görmemiştim. Başardığı şeyler onu futbol tarihindeki en önemli insan yapıyor.’
Cruyff 24 Mart 2016’da akciğer kanserinden hayatını kaybetti. Onu o yapan imgelerden olan sigaradan, şu ana dek hiç bahsetmedik. Elbette herkesin ölmesi beklenen değil, ancak futbol var olduğu sürece felsefesi büyük ihtimalle ölmeyecek.
Yazan: Yiğit Alper
Editör: Serkan ÖZDEMİR